Feeds:
Yazılar
Yorumlar

forse un mattino andando in un’aria di vetro,
arida, rivolgendomi, vedrò compirsi il miracolo:
il nulla alle mie spalle, il vuoto dietro
di me, con un terrore di ubriaco.
poi come s’uno schermo, s’accamperanno di gitto
alberi case colli per l’inganno consueto.
ma sarà troppo tardi; ed io me n’andrò zitto
tra gli uomini che non si voltano, col mio segreto.

***
belki bir sabah giderken cam gibi bir havada,
kupkuru, dönüp göreceğim gerçekleştiğini mucizenin:
ardımda hiçlik, boşluk arkamda,
bir sarhoş korkusuyla.
sonra bir perdedeki gibi, yerleşecek yerine birden
ağaçlar, evler, tepeler, bildik aldanmayla.
ama çok geç olacak; ve ben, suskun, gideceğim
dönüp bakmayan insanlar arasında, sırrımla.

(*) la citazione/alıntı: italo calvino, “klasikleri niçin okumalı? / perché leggere i classici?”, eugenio montale, ‘belki bir sabah giderken’, s. 224, traduzione di/çev: kemal atakay, yky, 2008.

forse pagavo la felicità con la rinuncia a comprendere quello che vivevo.

lo chiesi a or.

“vorrei capire.”

“cosa?”

“tutto, tutto questo.” accennai intorno.

“capirai quando avrai dimenticato quello che capivi prima.”

***

belki de mutluluğumun bedelini, yaşadığım şeyleri anlamaktan vazgeçerek ödüyordum.

or’a sordum:

“anlamak istiyorum.”

“neyi?”

“her şeyi, her şeyi.” çevremi işaret ettim.

“daha önce anladıklarını unuttuğunda anlayacaksın.”

(*) la citazione: dimitri vittorini (ed), “italian short stories 2”, l’origine degli uccelli (italo calvino), 182, penguin, 1972.
(**) la citazione/alıntı: italo calvino, “sıfır zaman”, kuşların başlangıcı, s. 32, traduzione di/çev: şemsa gezgin, marta bertolini, can yayınları, 2001.
(***)  “olmayan olmaya devam ediyor…

giorni e significati

ci sono giorni in cui ogni cosa che vedo mi sembra carica di significati: messaggi che mi sarebbe difficile comunicare ad altri, definire, tradurre in parole, ma che appunto perciò mi si presentano come decisivi. sono annunci o presagi che riguardano me e il mondo insieme: e di me non gli avvenimenti esteriori dell’esistenza ma ciò che accade dentro, nel fondo; e del mondo non qualche fatto particolare ma il modo d’essere generale di tutto. comprenderete dunque la mia difficoltà a parlarne, se non per accenni.

***

bana her şeyin anlamlara yüklü göründüğü günler var: başkalarına iletmenin, anlatmanın, sözcüklere dökmenin güç olduğu, bu yüzden de bana tartışılmaz görünen iletilerle. hem beni hem de dünyayı ilgilendiren ipuçları, belirtiler bunlar: benim açımdan yalnızca varoluşumun dış olaylarını değil içimde, ta derinlerde olup bitenleri ilgilendiriyor; dünya açısındansa, yalnızca belli bir olayı değil genel olarak her şeyin oluş biçimini. bu bakımdan bundan söz etmenin güçlüğünü anlarsınız, ancak anıştırmalar yapabilirim.

(*) la citazione: italo calvino, “se una notte d’inverno un viaggiatore”, capitolo terzo, 62, mondadori, 2010.
(**) la citazione/alıntı: italo calvino, “bir kış gecesi eğer bir yolcu”, üçüncü bölüm, ss. 56-57, traduzione di/çev: ülker ince (ingilizcesinden), can yayınları, 1990.

del mordersi la lingua

in un’epoca e in un paese in cui tutti si fanno in quattro per proclamare opinioni o giudizi, il signor palomar ha preso l’abitudine di mordersi la lingua tre volte prima di fare qualsiasi affermazione. se al terzo morso di lingua è ancora convinto della cosa che stava per dire, la dice; se no sta zitto. di fatto, passa settimane e mesi interi in silenzio.

buone occasioni per tacere non mancano mai, ma si dà pure il raro caso che il signor palomar rimpianga di non aver detto qualcosa che avrebbe potuto dire al momento opportuno. s’accorge che i fatti hanno confermato quel che lui pensava, e che se allora avesse espresso il suo pensiero forse avrebbe avuto una qualche influenza positiva, sia pur minima, su quel che è avvenuto. in questi casi il suo animo è diviso tra il compiacimento d’aver pensato giusto e un senso di colpa per la sua eccessiva riservatezza. sentimenti entrambi così forti, che egli è tentato d’esprimerli a parole; ma dopo essersi morsicato la lingua tre volte, anzi sei, si convince che non ha nessun motivo né d’orgoglio né di rimorso.

l’aver pensato rettamente non è un merito: statisticamente è quasi inevitabile che tra le molte idee sballate, confuse o banali che gli si presentano alla mente, qualcuna ve ne sia di perspicua o addirittura geniale; e come è venuta a lui, può esser certo che sarà venuta pure a qualcun altro.

più controverso è il giudizio sul non aver manifestato il suo pensiero. in tempi di generale silenzio, il conformarsi al tacere dei più è certo colpevole. in tempi in cui tutti dicono troppo, l’importante non e tanto il dire la cosa giusta, che comunque si perderebbe nell’inondazione di parole, quanto il dirla partendo da premesse e implicando conseguenze che diano alla cosa detta il massimo valore. ma allora, se il valore d’una singola affermazione sta nella continuità e coerenza del discorso in cui trova posto, la scelta possibile è solo quella tra il parlare in continuazione e il non parlare mai. nel primo caso il signor palomar rivelerebbe che il suo pensiero non procede in linea retta ma a zigzag, attraverso oscillazioni, smentite, correzioni, in mezzo alle quali la giustezza di quella sua affermazione si perderebbe. quanto alla seconda alternativa, essa implica un’arte del tacere più difficile ancora dell’arte del dire.

infatti, anche il silenzio può essere considerato un discorso, in quanto rifiuto dell’uso che altri fanno della parola; ma il senso di questo silenzio-discorso sta nelle sue interruzioni, cioè in ciò che d i tanto in tanto si dice e che dà un senso a ciò che si tace.

o meglio: un silenzio può servire a escludere certe parole oppure a tenerle in serbo perché possano essere usate in un’occasione migliore. così come una parola detta adesso può risparmiarne cento domani oppure obbligare a dirne altre mille. «ogni volta che mi mordo la lingua, -conclude mentalmente il signor palomar, -devo pensare non solo a quel che sto per dire o non dire, ma a tutto ciò che se io dico o non dico sarà detto o non detto da me o dagli altri». formulato questo pensiero, si morde la lingua e resta in silenzio.

***

görüşlerini ya da düşüncelerini açıklamak için herkesin kendini paraladığı bir çağda ve bir ülkede, bay palomar, herhangi bir şey öne sürmeden önce, dilini üç kez ısırmak alışkanlığını edindi. dilini üçüncü kez ısırdıktan sonra da, söylemek istediği şeye halâ inanıyorsa, söylüyor: inanmıyorsa susuyor. bu nedenle haftalar ve aylar boyunca suskun kaldığı oluyor.

susmaya elverişli fırsatların yokluğu duyulmuyor hiç, ama çok seyrek de olsa, bay palomar’ın, bir şeyi uygun zamanda söyleyememiş olmanın pişmanlığını duyduğu oluyor. olayların, düşündüklerini doğruladıklarını görüyor ve düşüncesini açıklamış olsaydı, olanlar üzerinde belki küçücük olumlu bir etkisi olabileceğini düşünüyor. bu durumlarda ruhu, doğru düşünmüş olmanın hoşnutluğuyla, ağzının aşırı sıkılığının suçluluğu arasında bölünüyor. bu duyguların ikisi de çok güçlü olduğu için, sözcüklerle dile getirmeye kalkışıyor bunları; ama dilini üç, hatta altı kez ısırdıktan sonra, böbürlenmek için de, pişmanlık duymak için de bir gerekçeye sahip olmadığına inanıyor.

doğru düşünmüş olmak bir erdem değil; aklına gelen bir sürü yanlış, bulanık ya da anlamsız düşünceden birinin uygun, hatta çok parlak olması, istatistik açısından neredeyse kaçınılmaz; bu düşüncenin, onun aklına geldiği gibi bir başkasının aklına da gelmiş olacağından hiç kuşku duymuyor.

düşüncesini açığa vurmama kararı daha tartışmalı. genel suskunluk dönemlerinde çoğunluğun sessizliğine uymak, hiç kuşkusuz ayıp. herkesin çok laf ettiği dönemlerde, önemli olan, laf kalabalığı arasında yitip gidecek doğruyu söylemek değil, bunu öncüllerden yola çıkarak ve söylenen şeye en büyük değeri verecek sonuçları içerecek biçimde söylemektir. ama bu durumda, belirli bir doğrulamanın değeri, içinde yer aldığı söylemin sürekliliğinde ve tutarlılığında bulunduğuna göre, tek seçim olanağı sürekli konuşmak ya da hiç konuşmamaktır. ilk durumda, bay palomar, düşüncesinin düz çizgili gelişmediğini, kararsızlıklar, yalanlamalar, düzeltmeler arasında zikzaklar yaptığını, bunların ortasında doğrulamasının haklılığının yiteceğini görüyor. ikinci seçenek ise, konuşma sanatından çok daha zor, bir susma sanatı gerektiriyor.

gerçekten, suskunluk da, başkalarının sözcük kullanımına karşı çıkan bir söylem sayılabilir; ama, bu suskun söylemin anlamı, arada sırada söylenen ve söylenmeyene bir anlam veren kesintilerinde yatar.

daha doğrusu: suskunluk, kimi sözcükleri dışlamaya ya da daha iyi bir olanak çıktığında kullanılmaları için yedekte tutmaya yarar. bunun gibi, şimdi söylenen bir sözcük, yarın yüz sözcüğün söylenmesini gereksiz kılabilir ya da bin başka sözcük söylenmesini gerektirebilir. “dilimi her ısırışta -diye, zihninde sonuca varıyor, bay palomar- sadece söyleyeceğimi ya da söylemeyeceğimi değil, ama ben söylesem de, söylemesem de, ben ve başkalarınca söylenecek ya da söylenmeyecek her şeyi düşünmek zorundayım.” bu düşünceye varınca, dilini ısırıyor ve susuyor.

(*) la citazione: italo calvino, “palomar”, capitolo terzo (3.2.1. del mordersi la lingua), 103-104, mondadori, 1994/einaudi, 104-106, 1983.
(**) la citazione/alıntı: italo calvino, “palomar”, üçüncü bölüm (3.2.1 dilini ısırmak), s. 96-97, traduzione di/çev: rekin teksoy, can yayınları, 1991.

– vostra maestà lo perdoni! -disse un vecchio ortolano. – martinzúl non capisce alle volte che il suo posto non è tra le piante o tra i frutti inanimati, ma tra i devoti sudditi di vostra maestà!

– ma cos’è che gli gira, a questo matto che voi chiamate martinzùl? -chiese, bonario, il nostro imperatore. – mi pare che non sa manco cosa gli passa nella crapa!

– che possiamo capirne noi, maestà? -il vecchio ortolano parlava con la modesta saggezza di chi ne ha viste tante. – matto forse non lo si può dire: è soltanto uno che c’è ma non sa d’esserci.

– o bella! questo suddito qui che c’è ma non sa d’esserci e quel mio paladino là che sa d’esserci e invece non c’è. fanno un bel paio, ve lo dico io!

***

“majesteleri, onu bağışlayınız!” dedi oradan bir ihtiyar bahçıvan. “martinzul kimi zaman yerinin cansız bitkiler ya da meyvaların arasında değil, hükümdarımızın sadık kullarının yanında olduğunu anlayamıyor!”

imparator hoşgörüyle sordu:

“peki, sizin martinzul dediğiniz bu kaçığın zoru ne? kafasından neler geçtiğini kendi de bilmiyor galiba!”

“biz nereden bilelim, efendimiz?” ihtiyar bahçıvan görmüş geçirmiş birinin sağduyusuyla konuşuyordu. “aslında belki tam anlamıyle kaçık olduğu da söylenemez: varolan, ama olduğunu bilmeyen biri yalnızca.”

“aman ne güzel! bir yanda varolan, ama olduğunu bilmeyen bu bendem, bir yanda varolduğunu bilen ama varolmayan şövalyem. birbirlerine pek yaraşıyorlar, inanın bana!”

(*) la citazione: italo calvino, “il cavaliere inesistente”, capitolo terzo, 31, mondadori, 2009.
(**) la citazione/alıntı: italo calvino, “varolmayan şövalye”, üçüncü bölüm, s. 35, traduzione di/çev: gül ışık, ada yayınları, 1985.

la sentenza

e sul mio petto ancora vivo
piombò la parola di pietra.
non fa nulla, vi ero pronta,
in qualche modo ne verrò a capo.

oggi ho da fare molte cose:
occorre sino in fondo uccidere la memoria,
occorre che l’anima impietrisca,
occorre imparare di nuovo a vivere.

se no… oltre la finestra
l’ardente fremito dell’estate, come una festa.
da tempo lo presentivo:
un giorno radioso e la casa deserta.

***

ve o kurşun gibi söz düştü
henüz yaşamakta olan göğsümün üstüne.
olsun varsın. hazırdım.
iyisini de kötüsünü de göreceğiz.

bugün, yapacak çok işim var;
belleğimi sonuna dek öldürmeliyim,
ruhun bir taş gibi olması gerek,
yeniden yaşamak, bunu öğrenmem gerek.

yoksa… yazın sıcak uğultusu
bir bayram gibi penceremin ardında.
nicedir duyuyordum, nicedir
bu aydınlık günü, bu bomboş evimi.

(*)  anna achmatova, traduzione di: ?
(**)  anna ahmatova, “yaban balı özgürlük kokar”, dokuzuncu bölüm: “ilahi”, s. 69, traduzione di/çev: günes acar, ada yayınları, 1985.

la porta socchiusa

la porta è socchiusa,
dolce respiro dei tigli…
sul tavolo, dimenticati,
un frustino ed un guanto.

giallo cerchio del lume…
tendo l’orecchio ai fruscii.
perché sei andato via?
non comprendo…

luminoso e lieto
domani sarà il mattino.
questa vita è stupenda,
sii dunque saggio, cuore.

tu sei prostrato, batti
più sordo, più a rilento…
sai, ho letto
che le anime sono immortali.

***

kapı yarı aralık
ıhlamurların kokusu…
bir eldiven, bir kırbaç
unutulmuş, bir masanın üzerinde

gaz lambasının sarı aylası
ortalığı dinliyorum.
niçin çekip gittin?
anlayamıyorum…

yarın sabah
günlük güneşlik olacak
ne güzel bu yaşam,
uslu dur yüreğim.

çok bitkinsin,
yavaş yavaş atıyorsun, boğuk
biliyor musun, bir yerde okudum
ölümsüzmüş ruhlarımız.

(*)  anna achmatova, traduzione di: ?
(**)  anna ahmatova, “yaban balı özgürlük kokar”, birinci bölüm: “akşam”, s. 14, traduzione di/çev: günes acar, ada yayınları, 1985.

lentezza e memoria, velocità e oblio

c’è un legame segreto fra lentezza e memoria, fra velocità e oblio. prendiamo una situazione delle più banali: un uomo cammina per la strada. a un tratto cerca di ricordare qualcosa, che però gli sfugge. allora, istintivamente, rallenta il passo. chi invece vuole dimenticare un evento penoso appena vissuto accelera inconsapevolmente la sua andatura, come per allontanarsi da qualcosa che sente ancora troppo vicino a sé nel tempo. nella matematica esistenziale questa esperienza assume la forma di due equazioni elementari: il grado di lentezza è direttamente proporzionale all’intensità della memoria; il grado di velocità è direttamente proporzionale all’intensità dell’oblio.

***
yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim: bir adam sokakta yürüyor. birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. o anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, halâ çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.

varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.

(*) la citazione: milan kundera, “la lentezza”, capitolo undicesimo, 45, traduzione di: ena marchi, adelphi, 1995.
(**) la citazione/alıntı: milan kundera, “yavaşlık”, onbirinci bölüm, s. 38-39, traduzione di/çev: özdemir ince, can yayınları, 2002.

coscienza

venne una guerra e un certo luigi chiese se poteva andarci, da volontario.

tutti gli fecero un sacco di complimenti. luigi andò nel posto dove davano i fucili, ne prese uno e disse: – adesso vado a ammazzare un certo alberto.

gli chiesero chi era questo alberto.

– un nemico -rispose, – un nemico che ci ho io.

quelli gli fecero capire che doveva ammazzare dei nemici di una data qualità, non quelli che piacevano a lui.

– e che? -disse luigi- mi pigliate per ignorante? quel tale alberto è proprio di quella qualità, di quel paese. quando ho saputo che ci facevate la guerra contro, ho pensato: vengo anch’io, così posso ammazzare alberto. per questo son venuto. alberto io lo conosco: è un farabutto e per pochi soldi mi ha fatto fare una brutta parte davanti a una. sono faccende vecchie. se non ci credete, vi racconto tutto per disteso.

loro dissero che sì, che andava bene.

– allora -fece luigi- mi spiegate dov’è alberto, così ci vado e ci combatto.

loro dissero che non ne sapevano.

– non importa -disse luigi, – mi farò spiegare. prima o poi lo troverò bene.

quelli gli dissero che non si poteva, che lui doveva fare la guerra dove lo mettevan loro, e ammazzare chi capitava, di alberto o non alberto loro non sapevano niente.

– vedete -insisteva luigi- bisogna proprio che vi racconti. perché quello è proprio un farabutto e fate bene a farci la guerra contro.

ma gli altri non ne volevano sapere.

luigi non riusciva a farsi ragione: – scusate, per voi se ammazzo un nemico o se ne ammazzo un altro è lo stesso. a me invece di ammazzare qualcuno che magari con alberto non ha niente a che vedere, dispiace.

gli altri persero la pazienza. qualcuno gli spiegò di tante ragioni e di come era fatta la guerra e che uno non poteva andarsi a cercare il nemico che voleva.

luigi alzò le spalle. – se è così -disse- io non ci sto.

– ci sei e ci stai! -gridarono quelli.

– avanti-march, un-duè, un-duè! -e lo mandarono a far la guerra.

luigi non era contento. ammazzava dei nemici, così, per vedere se gli capitava di ammazzare anche alberto o qualche suo parente. gli davano una medaglia ogni nemico che ammazzava, ma lui non era contento. – se non ammazzo alberto -pensava- ho ammazzato tanta gente per niente. -e ne aveva rimorso.

intanto gli davano medaglie su medaglie, di tutti i metalli.

luigi pensava: – ammazza oggi ammazza domani, i nemici diminuiranno e verrà pure la volta di quel farabutto.

ma i nemici si arresero prima che luigi avesse trovato alberto. gli venne il rimorso di aver ammazzato tanta gente per niente, e siccome c’era la pace, mise tutte le medaglie in un sacco e girò per il paese dei nemici a regalarle ai figli e alle mogli dei morti.

girando così, successe che trovò alberto.

– bene -disse- meglio tardi che mai -e lo ammazzò.

fu la volta che lo arrestarono, lo processarono per omicidio e lo impiccarono. al processo badava a ripetere che l’aveva fatto per mettersi a posto con la coscienza, ma nessuno lo stava a sentire.

***

savaş çıktığında luigi adında bir genç, gönüllü yazılmak istedi.

herkes kutladı onu. luigi tüfek dağıtılan yere gitti, bir tane aldı ve dedi ki: “gidip alberto denen adamı öldüreceğim şimdi.”

“alberto da kimmiş,” diye sordular ona.

“bir düşman,” diye cevap verdi, “benim bir düşmanım.”

ona öyle aklına eseni değil de belli bir tür düşmanı öldürmesi gerektiğini anlatmaya çalıştılar.

“ne yani,” dedi luigi. “salak mı sandınız beni siz? benim alberto tam da sizin tarifinize uygun biri, onlardan işte. heriflere savaş açtığınızı duyunca gideyim ben de diye düşündüm, alberto’yu da haklarım böylelikle. bu yüzden geldim buraya. tanımam mı ben onu, sahtekarın tekidir. hayınlık etti bana, küçük düşürdü beni bir kızın yanında. eski hikâye. anlatıvereyim size ne var ne yok, inanmıyorsanız bana.”

“tamam,” dediler, “gerekmez.”

“eh madem, alberto nerede söyleyin de gidip dövüşeyim o halde,” dedi luigi.

“bilmiyoruz,” dediler.

“farketmez,” dedi luigi, “araya sora bulurum onu eninde sonunda.”

“olmaz öyle,” dediler. nereye yollarlarsa oraya gidip savaşmalı, kim çıkarsa önüne, alberto’ymuş malberto’ymuş bakmadan öldürmeliydi. hem kimse o alberto artık!

“bakın gördünüz mü,” diye diretti luigi, “anlatmam lâzım size hikâyeyi. sahtekarın teki bu herif ve ona savaş açmakla isabet ediyorsunuz.”

ama öbürleri dinlemeye yanaşmıyorlardı bile.

laftan anlamıyordu luigi. “pardon ama, ha birini haklamışım ha diğerini, ne farkeder sizin için. hem alberto’yla alâkasız birini öldürmeyi de istemem hani.”

sabrı taşmıştı adamların. içlerinden biri onu karşısına çekip savaşın ne olduğunu, hangi nedenlerle savaşıldığını ve gidip öyle kendi istediğin düşmanı arayamayacağını anlattı epey bir.

luigi omuz silkti. “o halde yok sayıverin beni,” dedi.

“yağma yok,” dediler, “varsın bal gibi de, olacaksın!”

“ileri marş! bir ki, bir ki!” yolladılar savaşa luigi’yi.

hoşnutsuzdu luigi. rastgele haklıyordu düşmanları, olur a alberto’ya ya da bir akrabasına denk gelirdi belki. öldürdüğü düşman başına bir madalya takıyorlardı ona, yine de mutsuzdu luigi. “alberto’yu öldüremezsem eğer, onca insanı boş yere haklamış olacağım,” diye düşünüp vicdan azabı çekiyordu.

bu arada allah ne verdiyse altınından bronzuna çeşit çeşit madalyayla taltif ediyorlardı onu.

“bugün birazı yarın birazı derken seyreltirim düşmanları, eh, elbet çıkar karşıma o sahtekar da böylelikle,” diye geçiriyordu aklından luigi.

gelgelelim daha luigi alberto’yu bulmayı başaramadan düşman teslim oluverdi. boş yere onca adamı öldürdüğü için pişmanlık duyar olmuştu luigi. barış ilan edildiği için de madalyalarının topunu bir torbaya tıkıp düşmanların ülkesine giderek torbada ne var ne yok ölenlerin çoluk çocuğuna, karılarına üleştirdi.

derken alberto’yla burun buruna geliverdi dolaşırken böyle.

“alâ,” dedi, “geç olsun da güç olmasın.” oracıkta halletti alberto’yu.

işte o zaman tutukladılar luigi’yi, mahkemeye çıkarıp astılar. vicdanını rahatlatmak için bunu yaptığını mahkemede defalarca söylediyse de kimse dinlemedi onu.

(*) “coscienza”, un racconto di calvino: italo calvino, “prima che tu dica ‘pronto’”, 18-20, mondadori, 2011.
(**) calvino’nun bir hikâyesi: “vicdan”, traduzione di/çev: metin. ayrıca, basılı bir çeviri için bkz: italo calvino, “sen ‘alo’ demeden önce”, s. 23-24, traduzione di/çev: şemsa gezgin, yky yayınları, 2009.

difficile insomma definire in termini precisi l’indeterminatezza degli stati d’animo amorosi, che consistono in una gioiosa impazienza di possedere un vuoto, in una golosa aspettativa di ciò che potrà venirmi incontro dal vuoto, e pure nel dolore d’essere ancora privato di ciò per cui sto in impaziente golosa aspettativa, nello straziante dolore di sentirmi già potenzialmente raddoppiato per potenzialmente possedere qualcosa di potenzialmente mio, e ancora costretto a non possedere, a considerare non mio quindi potenzialmente altrui ciò che potenzialmente sto possedendo. il dolore di dover sopportare che il potenzialmente mio sia potenzialmente altrui, o, per quel che ne sapevo, altrui magari anche di fatto, questo goloso geloso dolore è uno stato di tale pienezza da far credere che l’innamoramento consista tutto solamente nel dolore, cioè che la golosa impazienza non sia altro che gelosa disperazione, e il moto dell’impazienza non sia altro che il moto della disperazione che s’avvita dentro se stessa facendosi sempre più disperata, con la facoltà che ha ogni particella di disperazione di sdoppiarsi e disporsi simmetricamente alla particella analoga e di tendere a uscire dal proprio stato per entrare in un altro stato magari peggiore ma che dilanii e dilaceri questo.

***
sizin anlayacağınız, aşık olmanın yarattığı ruh hallerinin belirsizliğini iyi tanımlamak zordur. bir boşluğa sahip olmak için neşeli bir sabırsızlık duyuyor, boşluktan karşıma çıkabilecek şey için yanıp tutuşuyor, ama aynı zamanda sabırsızlık ve büyük istekle beklediğim şeyden halâ yoksun olmanın verdiği acıyla, potansiyel olarak benim olan birşeye potansiyel olarak sahip olmak için potansiyel olarak iki misli büyüdüğümü hissetmenin, ama yine de ona sahip olamamanın, onun potansiyel olarak başkalarına da ait olduğunu düşünmenin verdiği korkunç acıyla kıvranıyordum. potansiyel olarak bana ait olan birşeyin potansiyel olarak başkalarına da ait olduğu düşüncesine katlanmanın verdiği acı, bu doymak bilmez kıskanç acı öyle bir doluluk hissi veriyordu ki, aşkın yalnızca acı olduğu düşüncesini doğuruyordu, yani doymak bilmez sabırsızlık, kıskanç umutsuzluktu, bu sabırsızlığın yarattığı isyan umutsuzluğun isyanıydı, umutsuzluk kendi çevresinde debelenerek daha da umutsuz hale geliyordu, her umutsuzluk taneciği kendisiyle aynı taneciğe bakışımlı dizilerek bulunduğu durumdan çıkıyor, daha kötü bir duruma düşmek pahasına, eski durumunu parçalayıp yok ediyordu.

(*) la citazione: italo calvino, “ti con zero”, capitolo secondo, 63-64, mondadori, 1995.
(**) la citazione/alıntı: italo calvino, “sıfır zaman”, ikinci bölüm, s. 75, traduzione di/çev: şemsa gezgin, marta bertolini, can yayınları, 2001.
(***) “sizin anlayacağınız, bu sorunun terimleri basitleştirildikçe zorlaşıyor”